LARS VON TRİER, 2003
“Hem olağanüstü, hem sıkıntı verici”, “izlemesi neredeyse mümkün olmayan bir başyapıt”. Sinema eleştirmenleri film ile ilgili böylesi ambivalan cümleler kurmuş. Sanırım benzer duygu sizlerde de olmuştur. Tam Trier’in istediği gibi bir film. Trier, “bir film, ayakkabıya kaçmış bir çakıl taşı gibi olmalıdır” diyor. Sanırım hepimizin ayakkabısına kaçırdı bu çakıl taşını.
Yoğun duygular uyandıran bu filmle ilgili çok şey söylenebilir elbette. Ben bu sunumda sizlere bu filmi ben nasıl okudum, bende nasıl çağrışımlar yarattı, onu paylaşacağım. Sunumumun eksik kalacağı duygusuna katlanmayı göze aldım. Çünkü film çok katmanlı bir film ve sembolik açıdan da oldukça zengin. Tartışma kısmında sizlerin katkı ve sorularıyla sunumun zenginleşeceğini düşünüyorum.
Yaratıcı yönetmenin bir eseri söz konusu olduğunda yaratıcıyı tanımadan yaratısını anlayabilmenin olası olmadığını düşünüyorum. (Öncelikle Lars von Trier’in yaşamını kapsamlı olarak anlatan bir kitap okudum. Meraklısına öneririm. Uzun yıllar Danimarka’da yaşamış Amerikalı sinema eleştirmeni Jack Stevenson tarafından yazılmış.) Lars Von Trier, kimilerine göre bir dahi, kimilerine göreyse asi bir çocuk. Danimarka sinemasının tartışılmaz tek büyük yönetmeni. Sarsılmaz bir kibir kumkuması. Bütün hayat hikayesi bir yalandan ibaret olan büyük bir yalancı. Şarlatan, cüretkar… Liste böyle uzayıp gidiyor. Bana sorarsanız Trier acılar içinde kıvranan, içi öfke dolu, kimlik sorunları yaşayan yaratıcı bir narsist. Özgür çocuk yetiştirme adına ailesi tarafından ihmal edilmiş bir proje çocuk. Kuralları olmayan ev yaşantısı ile fazlasıyla kurallı okul atmosferi arasında travmatize olmuş bir genç. Okulda başka çocuklar tarafından sıkıştırılıyor, taciz ediliyor. Sporla pek ilgisi yok ve güçlü kuvvetli bir çocuk değil. Yaşı ilerledikçe bir “problem çocuk” olarak kabul edilir ve pek çok kez psikologa gönderilir. Sonunda oybirliğiyle uyum sağlamakta güçlük çektiğine karar verilir. 33 yaşında, babası sandığı kişinin biyolojik babası olmadığını öğrenir ve öfkesi gittikçe artar. Annesi sanatçı genleri taşımasını istediği için sanatçı soyundan (besteci Hartmann) bir adamla ilişkiye girmiş ve Trier’e hamile kalmıştı. Üstelik biyolojik babası onunla görüşmeyi hiçbir şekilde kabul etmemişti ve bu adam Yahudi de değildi. Bu “tüyler ürpertici” gerçeği öğrenmesinin ardından annesi öldü. Annesinin evi ona kaldı ve evi yeniden dekore etti. Bu dönemdeki şu sözleri sanırım Trier’i anlamamız için bize epey ışık tutacaktır: “Bunu yapmak benim açımdan terapiye benziyor. Duvarları yıkıyor, eşyaları atıyorum. Gözüme çarpan her duvarı yıkabiliyorum. Ailemin en değerli eşyalarını zevkle parçalıyorum. Bunu herkese öneririm doğrusu. Kristal objeler betona çarpınca inanın darmadağın oluyor”. Psikanalizle tanış olanlarınız böylesi bir yaşam öyküsünün nasıl bir karakter yaratabileceği konusunda hemen bir fikre sahip olabilirsiniz sanırım.
Dogville, birçok bakış açısıyla okunabilecek bir film. Temel olarak iki yönüm oldu filmin analizinde. Toplumsal psikoloji ve bireysel psikoloji. Şimdi sırasıyla bunlara bakalım.
Hayatı boyunca Amerikaya gitmemiş olan Trier’i Amerika düşmanı olarak tanımlayanlar çok. 11 Eylül ve son Irak saldırısı sonrası yapılan bu filmde Amerika eleştirisi filmle ilgili ana temalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Kasaba ahlakının iki yüzlülüğü, şiddetin şiddet doğurduğu gerçeği, iktidardakilerin gücü kullanımı bu bakış açısıyla baktığımızda görebileceğimiz ana temalar.
Amerikalı bir eleştirmene göre Von Trier, dünya tarihinde en çok insanı kıyılarına çeken ve onlara fırsatlar sunan bir ülkeyi, dünya üzerinde var olmaya layık olmamakla suçlamaktadır. Başkaları, filmin ıssız yerlerde yaşayan topluluklarda gruba dışarıdan birisi katıldığında ortaya çıkan yabancı düşmanlığıyla ilgili metaforik bir hikaye anlattığını, bu insana özgü ikiyüzlülük hikayesinin Amerika’da geçmesinin pek önemli olmadığını söyler. Benim görüşüm de ikinci görüş doğrultusunda. Film, yabancılaştırma, ötekileştirme, aşağılama üzerine kurulu bir film. Ötekileştirme, yani sen bizden değilsin ve daha aşağıdasın tutumu, dünyanın her yerinde, gündelik hayatın en küçük ayrıntılarında bile görebileceğimiz bir tutum. Ötekileştirme kavramına daha sonra yine değineceğim.(Zira Von Trier’in ayakları yere sağlam basan politik bir duruşu olmadığı kanısındayım. Kendisi de bunu destekler şeyler söylemiş zaten. )
Filmin kapanış jeneriğine eşlik eden kolajın büyük bölümü Danimarkalı bir fotografçının Amerikada yaşadığı yıllarda çekilmiş fotograflarıdır. Belki de amacı filmin tiyatro sahnesi atmosferini sert gerçekliklerle dengelemekti, Fakat fotograflar Trier’in amerikan karşıtı önyargılarının kanıtı olarak kabul edilmişti. 1930-70 yılları arasında çekilmiş fotografların hepsi olumsuz görüntüleri yansıtmaz. Objektif olarak incelendiklerinde, siyasal bir ölümcül vuruş olarak kabul edilmeleri mümkün değildir. Daha çok, Trier’in Danimarkalıların büyük çoğunluğunun da ortak olduğu Amerika imgelemini yansıtır. Sert gerçeklik ve canlı yerel renklerle bezeli bir ülke. Bowie’nin Young Amerikan adlı şarkısıyla sunmasına gelince, Trier daha sonraları şarkının sözlerini bile hatırlamadığını itiraf etmiştir.
Filme biçim olarak Brectien üslup damgasını vurmuş durumda. Bu şaşırtıcı epik sinema ürününün Brecht’e yapılmış en anlamlı saygı duruşlarından biri olduğu tartışılmaz bir gerçek. Zaten yönetmenin kendisi de filmle ilgili asıl ilham kaynağının Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sındaki intikam temelli şarkısı Pirate Jenny olduğunu söyler.
1928 yılında yazılmıştır 3 Kuruşluk Opera. Avrupa’da faşizm kol gezerken, ertesi yıl borsaların çöküşüyle bütün kapitalist sistemi tehdit eder hale gelen ekonomik kriz kapıdayken kaleme alınan ve sahnelenen oyun doğrudan doğruya bir düzen eleştirisidir. Suç, ahlak ve düzen denkleminin sorgulanması ve dışavurumu olan oyun aynı zamanda epik tiyatro anlayışının da başyapıtlarından kabul edilir.
İlham kaynağı olduğunu söylediği şarkının sözlerine gelmeden önce 2. perdenin kapanış şarkısından bir bölüm:
İnsan neyle yaşar:Ezip hiç durmadan
Soyup dövüp yiyip yutarak insanları
Yaşayabilmek için hemen unutmalı
İnsanlığını unutmalı insan
Kötü gerçek budur, kaçınılmaz
Kötülük yapmadan yaşanmaz.
Evet, filmi kısaca özetliyor bu dizeler.
İlham kaynağı şarkının sözleri ise oldukça uzun. Size yalnızca bazı bölümlerini okuyacağım.
Korsan Jenny / Bertolt Brecht
Hey ahali! Görürdünüz ya beni
Yerleri ovup silerken hani
Bu rezil kasabada Güney’de
Bu köhnemiş cenabet otelde
Bakardınız aval aval ve bir teklik atardınız
Havanız artsın diye –ne kadar da cömertsiniz!-
Ama bilmezdiniz hiç kim’le dans edersiniz
Hayır. Karşınızda kim var bilemezdiniz
Ama durun bakalım karanlık basınca bir gün
Bir çığlık duyacaksınız geceyi yırtan
Kim acaba diyerek fırlayacaksınız yataktan
Ben hınzır bi tebessümle yerleri silerken hâlâ
“Ne sırıtır bu ya?” diye soracaksınız
Anlatayım da öğrenin o zaman
Bir korsan gemisi açıkta
Adı Kara Kadırga
Ve bir kuru kafa pruva direğinde
Buraya gelmek üzere
Siz cici beyler, tersleneceksiniz hâlâ:
“Hey sürtük, elini çabuk tut, yerleri bitir ve çık hemen üst kata
Derdin ne senin ya? Ekmek kapın burası!”
Toslarsınız bahşişi
Ve gözlersiniz gemileri
Ama ben sayıyorum şimdiden kellelerinizi
Bir yandan da yatakları yapıyorum sessizce
Bu rahat döşeklerde kimse uyuyamayacak, tatlım
KİMSE!
HİÇ KİMSE!
Sonunda bir gece çığlığı duyunca
Diyeceksiniz: “Ne bu gürültü ya?”
Göreceksiniz beni orda pencereden bakarken
Ve diyeceksiniz: “Nere bakar bu ya?”
Anlatayım da öğrenin o zaman
Bir gemi var biliyorum
Kara Kadırga
Limanı dönmek üzere
Ve topları dizilmiş güvertesinde
Şimdi beyler!
Yüzünüzden o rahat gülüşü silseniz iyi olur
Kasabanın tüm evleri yerle bir oluyor
Bu cenabet kasabada taş üstünde taş kalmayacak
Bir tek bu ucuz otel dimdik ve ayakta
Bağıracaksınız, “Neden ona bir şey yok?” diye
Evet.
Diyeceğiniz bu olacak sadece:
“Neden dokunmadılar ona?”
Bütün gece gürültü-patırtı arasında
Düşüneceksiniz kim yaşar orda yukarda
Ve sabah göreceksiniz beni otelden çıkarken
İki dirhem bir çekirdek saçımda bir kurdela
Ve malûm gemi
Kara Kadırga
Bir bayrak çekecek direğine
Bir alkış tufanı yeri göğü inletecek
Tam öğleyin rıhtımda
İğne atsan yere düşmez kalabalıktan
Hayalet gemiden süzülenler
Gölgeler gibi dolaşacak ortalıkta
Ama kimse göremeyecek onları
Ve zincire vuracaklar tekmil ahaliyi
Getirip karşıma dikecekler
Ve soracaklar bana:
“ŞİMDİ mi gebertelim bunları, yoksa SONRA mı?”
BANA soracaklar:
“ŞİMDİ mi bitirelim işlerini, SONRA mı?”
Tam öğleyin oracıkta
Yaprak kımıldamazken rıhtımda
Bir canavar düdüğü duyulacak uzaklardan
Ve o ölüm sessizliğinde:
“Tam zamanı.” diyeceğim onlara
“İşte şimdi tam zamanı.”
Yığacaklar cesetleri üst üste sonra
Ve ben bakıp diyeceğim ki:
“Öğrendiniz mi şimdi?”
Ve gemi
Kara Kadırga
Açık denizde kaybolup gidecek
Güvertesinde
onun
bir
tek
ben.
Bu şarkı bir intikam şarkısı, film de bir intikam filmi. Brecht, düzeni değiştirmek için şiddet ve zor kullanmak gerektiğine inanır. Psikanalitik açıdan baktığımızda aşağılanma, incinme, öfke ve intikamın birbirini izleyen süreçler olduğunu görürüz. İster bir bireyin, ister bir grubun aşağılanması, değersizleştirilmesi, adaletsiz davranılması o kişi ya da grupta incinme, öfke ve intikam duygularına yol açar. Ayrıca birey, bir grup içinde yer aldığında bireysel davranışlarından farklı da harekete geçme özelliği kazanır. Biraz Freud’a kulak verelim:
Tek kişinin yatkınlıklarını, içtepilerini, dürtülerini ve amaçlarını o kişinin davranışları ve hemcinsleriyle ilişkilerine varıncaya kadar araştıran ruhbilim, diyelim üstlendiği görevi eksiksiz yerine getirdi de adı geçen sorunları bir açıklığa kavuşturdu. O zaman kendini yeni bir ödev karşısında bulacak, çözüm isteyen bu ödevin ansızın önünde belirdiğini görecektir. Tanıdığı bireyin duygu, düşünce ve davranışları, belli bir koşul gerçekleştiği, yani birey “psikolojik kitle” özelliği kazanmış bir topluluk içine karıştığı vakit nasıl olup da beklenilene uymayan bir doğrultu izlemektedir? Buna göre, ne anlam taşımaktadır kitle ve bireyin ruh yaşamını böylesine derinliğine etkileme gücünü nereden almaktadır? Ayrıca, kitlenin bireyde zorla sağladığı ruhsal değişimin iç yüzü nedir? Freud bu soruları sorduktan sonra sözü, ünlü “Kitle Psikolojisi” kitabının yazarı Le Bon’a bırakıyor: Psikolojik kitlede en tipik özellik şudur. Kitleyi yaratan bireyler, ne türden olursa olsun, yaşayışları, işleri güçleri, karakterleri, zekaları birbirine ne denli benzerse benzesin ya da birbirinden ne denli ayrılırsa ayrılsın, kitleleşme sonucu, yalnız ve yalnız bu nedenden ötürü ortak bir ruh kazanır. Dolayısıyla, her biri tek başınayken hissedeceği, düşüneceği ve davranacağından bir başka türlü hisseder, düşünür ve davranır. Öyle duygu ve düşünceler vardır ki, birbiriyle kaynaşıp bir kitle oluşturmuş bireylerde rastlanır ancak, ya da ilgili bireylerde eylemlere dönüşür. Bir organizmadaki hücreler nasıl bir araya gelerek tek bir varlık oluşturmuşsa, psikolojik kitle de bir an için birbiriyle kaynaşmış heterojen öğelerin oluşturduğu geçici bir varlıktır.
Le Bon’un belirttiğine göre, tek kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinir, dolayısıyla bireyin kendine özgü karakteri kaybolur. Irksal bilinçdışı kendini açığa vurup, heterojenite homojenite içinde eriyip gider. Diyebiliriz ki, bireyden bireye pek değişen ruhsal üstyapılar kaldırılıp bir kenara atılır, işlemez duruma getirilir, bireylerin tümünde homojen özellik gösteren bilinçsiz altyapı ise gün ışığına çıkarılır.
Psikolojik kitle oluşumunu ve kitlenin tek bir varlık gibi eyleme geçişini Doville halkında izledik. Hatta kasabanın en gerizekalısı Bill Henson bile icadıyla bu kitleye katkıda bulundu. Zenci Köle bu kitle ruhu içinde efendileşti. Koruyucu Tom adeta bir cellada dönüştü.
Freud’dan devam edelim. Kitle içinde bireyin kazandığı sözde yeniliklere gelince, bunlar insan ruhunda tüm kötüyü nihayet bir yatkınlık olarak bünyesinde barındıran bilinçdışının sesini duyurmalarıdır. Kitle yaşamında vicdan ve sorumluluk duygusunun yitimini anlamak bizim için hiç de zor değildir; çünkü toplumsal korkunun vicdan denilen nesnenin çekirdeğini oluşturduğunu biliyoruz… Toplumsal korku karşısında Tom’un vicdanının nasıl değiştiğini hep beraber izledik.
Film boyunca kasaba halkının beraber yaptığı tek şey Grace’i tutsak hale getirmek. Filmin başındaki ilk misyon toplantısını hatırlayın. Tom kasabalıların kar küremeyi bile beraber yapmadıklarını, herkesin kendi kapısının önünü süpürdüğünü söylüyordu. Filmin sonunda ise ötekine karşı birleşilmiş ve herkes elbirliğiyle Grace’i tutsak hale getirmişti.
Oysa ki ne kadar iyi niyetli başlamıştı Tom kasaba halkı ile olan toplantılara. “İnsanların başkalarını kabullenme sorunu” üzerine konuşmalar yaparak… Ötekileştirme benim sevdiğim bir kavram. Tom’un başkalarını kabullenme sorunu diye tanımladığı şey ötekileştirme… Kasabaya gelen Grace yabancıdır. Bu yabancıyı aralarına kabul etmeleri için yabancının çok bedel ödemesi gerekmektedir. Kasaba halkı yabancı olduğu için Grace’i aşağılar, kötü davranırken, aslında Grace’in varoluşuyla bile kasaba halkına değersizlik duyguları yaşattığını görürüz. Kıyafeti, güzelliği,elleri, kültürü, her işi çabuk kavrayıp yapabilmesi kasaba halkına kendilerinde olmayanları ya da kaybettiklerini hatırlatmıştır. Chuck’a “neler umarak buraya geldiğini hatırlatıyorum sana, o yüzden beni sevmiyorsun” der.
Evet, bu noktada biraz daha bireysel psikolojinin penceresini aralayabiliriz.
Filmdeki pek çok dialog, özellikle sonundaki Grace ve babasının dialogu kibir tartışması üzerine kurulu. Kibir sözcüğünün peşine düştüm. Kibir, büyüklenmek anlamı taşıyan, kibar ve tekbir sözcüğü ile aynı kökten gelen bir sözcük. Kibir sözcüğü beni nereye getirdi biliyor musunuz? İçinde yaşadığımız coğrafyaya, Manisa’ya, Spil dağına. Yunan mitolojisinde Tantalusun kızı, Thebes kralı Amphion'un karısı Niobe’e. Niobe, babası Tantalus gibi kibri ve hırsı ile tanınır. Kibirli baba ve kibirli kızı. Yarı Tanrı yarı ölümlü olan Niobe dünyaya getirdiği yedi kız yedi erkek çocuk ile büyük övünç duymaktadır. Öyle ki: kendini beğenmişliğe kadar uzanan bu övünç, bir gün Tanrıları kızdıracak seviyeye çıkacaktır. Rüyasında çocuklarını emzirirken göğsünden kan geldiğini, canının yandığını, buna karşın çocuklarının kan damlalarını büyük bir açlıkla ve canını acıta acıta içmeye devam ettiğini görür Niobe, bunun anlamını sormak üzere bir dolunay gecesi Klaros Apollon Tapınağı’na gider. Kahin Manto’nun oğlu Mopsos’a rüyasını anlatır. Mopsos kutsal suyu içtikten sonra dolunayın süzülen ışıkları altında kehanetinde bulunur.
Yarı ölümlü yarı tanrı ruhun sana rahat vermemekte;
tanrısal hırsın devam ederse başına büyük bir felaket gelecek.
Niobe bu kehanete rağmen yine de bu hırsının kurbanı olacaktır.
Her fırsatta çocukları ile gururlanan Niobe’nin, kendisinin çok çocuğu olduğunu, Leto’nun ise sadece iki çocuğunun olduğunu söylemesi tanrıça Leto’yu öfkelendirir ve çocuklarından Niobe’yi cezalandırmalarını ister. Niobe’nin bütün çocukları, Apollon ve Artemis’in oklarıyla öldürülürler. Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda tanrı Zeus, Niobe’nin haline acır ve ızdırabına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde taş haline getirir. Karaköy semti Çaybaşı Mevkii’nde kadın başı şeklindeki bu kayanın göz çukuru şeklindeki girintilerinden yakın zamana kadar sızan su damlaları Niobe’nin gözyaşları olarak yorumlanır ve halk arasında “Ağlayan Kaya” denir. Niobe, edebiyatta da ana ıstıraplarının timsali olarak anılır.
Filmdeki 7 çocuk, 7 biblo sembollerini hatırlayalım. Grace’in ve Vera’nın gözyaşlarını…
7 çocuk ve 7 biblo aynı zamanda 7 günah’a da işaret eder. Film, sizlerin de fark ettiği gibi birçok dinsel motifle de bezeli.
Tüm dinlerde kibir en büyük günahlardandır. 20 Şubat 2009 tarihli bir haber:
Vatikan'ın yaptırdığı bir araştırma, günah işleme eğilimleri açısından erkeklerle kadınların birbirinden farklı olduğunu ortaya çıkardı.
Kiliselerdeki günah kulübelerinde papazlara yapılan itiraflardaki verilerden yola çıkan araştırma, erkeklerin işlediği günahlarda liste başında şehvet düşkünlüğünün, kadınlarınkilerde ise kibirin yer aldığını gösterdi.
Sarsılmaz bir kibir kumkuması olarak tanımlanan Trier’in filmde kibir konusu ile bu kadar uğraşması boşuna olmasa gerek. Grace’in ve dolayısıyla yönetmenin kibrini anlamak için biraz narsizm kavramına bakalım.
Narsizm üzerine deskriptif çalışanların çok iyi bildikleri gibi, narsizmi tek yönlü tanımlamak eksikliktir. Küstah, bencil, sınırlanmayı sevmeyen, kendine her şeyi hak gören, uyaran açlığı içinde, büyüklenmeci narsist, sadomazohistik ilişki kipinin sadist tarafını baskın olarak yaşar. Bu taraf, Kernberg'ün (1995) habis narsizm olarak tanımladığı ve spektrumunun ucu antisosyalliğe kadar dayanan kısımdır. Kapalı narsizm olarak tanımlanan, utangaç, içe çekilmeci, yetersizlik duyguları içinde, uyaran tahammülsüz kısım ise bu ilişki kipinin mazohist tarafındadır. Filmde Grace’i tüm acılara katlanan, kendisine tecavüz eden Chuck’ı bile anlamaya çalışan biri olarak görüyoruz. Mazohist Grace. Oysa ki fazla tevazu kibirden gelir. Kibir ve kibar ve tekbir sözcüklerinin aynı kökten geldiğini hatırlayalım. Affeden konumunda olmak da zaten büyüklenmeci bir tutum değil midir? Hatta affetmek Allah’a mahsus demez miyiz? Ayrıca unutmayalım ki saf mazohizm ya da sadizm değil, sadomazohizm vardır, sadizm ve mazoizm iç içedir.
Narsistik ilişki kipinin dinamiğinde saldırganlığın özel bir yeri vardır. Önemli öteki ile narsistik ilişki sadomazohistik bir renktedir. Tam ayrışılamayan, ve de tam birleşilemeyen bu öteki ile ilişki, içinde ötekini tahrip etmenin değişik kiplerini barındıran bir mücadeledir. Sadomazohistik kalıbın sadistik tarafında çok açık olan bu durum, mazohistik taraf için de geçerlidir. Diyalektikteki "köle-efendi" ilişkisinde kölenin de efendi üzerinde bir gücü ve kontrolu olduğunu hatırlarsak, mazohistik tarafın sadistik tarafı kontrol ettiğini anlarız.
Narsistik kişilik sadomazohistik ilişki kipinin bu iki yönünü de barındırır. Bazı kişilikler bu iki yön arasında gidip gelirken, kişiliklerin çoğunda bu iki yönden biri daha baskın ve süreklidir.
Açık olarak; kasaba(lı) ahlakının, kapalı olarak; hıristiyan ahlakı ve
kapitalist sistemin içini boşaltarak değersizleştirdiği ahlaki temalarla
desteklenen film; merhametli ve iyi yüreklilik emsali azize Grace’in,
kasabalının kendisine yönelik her türlü kişisel şiddetine karşılık merhametini,iyiyürekliliğini ve bağışlayıcılığını kullanarak alçakgönüllü bir ‘melek’ gibi
davranıyor olsa da, aslında kendini herkesten en üstte tutan kibirinin tutsağı
olduğunu kabul etmek zorunda kalmasıyla son bulur. Çektiği acıların intikamını alır. Babasının deyişiyle “gereğinden fazla şey öğrenmiştir”. Gereğinden fazla acı çekmesinin bir sonucu olarak.
Filmin sonunda kasabada tek canlı kalmıştır. O da köpek Musa. Köpek Musa ile ilgili pek çok çağrışımım oldu. Trier, Brecht, Freud Yahudi. Trier’in biyolojik babası Yahudi değil. Köpek Musa bence Trier’in babası ile ilgili ambivalan duygularının sembolü. Biolojik olmayan baba ile Trier’in iyi bir ilişkisi olmuş. Babası sürekli onunla oyun oynar, eğlendirirmiş. Ancak annesinin gözünden baktığımızda ise yeterince değerli değil ki gidip başka bir adamdan seçerek çocuk yapmış. Yani Trier babayı hem değersizleştiriyor, köpekleştiriyor, ama bir yandan da kasabaya gelen tehditleri haber veren koruyucu kollayıcı bir rol biçiyor. Ve en önemlisi onu hayatta bırakıyor. Bir başka spekülatif yorumum da şu olabilir, Hristiyan ahlakının çöktüğü yerde Yahudi Musa hayatta. Ya da Dogville/ it kasabası/ itoğluit kasabası halkının yanında köpek Musa “it” lerden daha çok hayatta kalmayı hak ediyor.
Çağrışımlarıma ve sunumuma burada son veriyor ve sizlerin katkılarını bekliyorum. Teşekkür ederim.